29 Ağustos 2014 Cuma

Taassup ve tutuculuk kabilenin ruhu demektir ve bireyin bütün kabile fertlerine tam bir samimiyetle bağlılığını göstermektedir. Genel bir deyişle çöl bedevîlerinin kabile taassubu tıpkı aşırı milliyetçilik gibidir.[1] Medenî bir insanın vatanı, dini veya ırkı için yapabileceği her şeyi bedevî Arap da kabilesi için yapar, bu yolda her şeyi göze alır ve canını feda etmekten de hiç çekinmez.[2]
Araplar arasında bireyin kabilesindeki kardeşi, amca oğlu veya diğer akrabalarına karşı davranışı tamamen taassuba dayanıyordu; ister zalim olsun, ister mazlum olsun, haklı veya haksız olsun, kabile bireyi akrabasını her durumda savunur, hangi taraf ve konumda olduğuna bakmazdı.
Arapların nazarında, kardeşini veya amca oğlunu destekleyip himaye etmeyenin şerefi lekelenmiş sayılırdı. Ünlü bir Arap atasözünde "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşini destekle!" deniliyordu. Bir Arap şairi bunu şöyle ifade ediyor:
Kardeşleri bir Arab'ı yardıma çağırdığında o, hiçbir delil istemeden, hiçbir soru sormadan onların tarafını tutar ve derhal yardımlarına koşar![3]
Bu prensip gereğince kabileden herhangi birine yapılan bir hakaret, bütün kabile fertlerine yapılmış sayılır, bu nedenle de bu lekeyi temizlemek için bütün kabile bireyleri ellerinden gelen çabayı göstermeyi vazife sayarlardı.[4]
Yüce İslâm dini böylesine kör taassuba dayalı kabile tutuculuğunu reddediyor, bunun cahillik ve mantıksızlık olduğunu vurgulayarak şöyle buyuruyordu:
Kâfirlerin, kalplerinde cahiliye taassubu taşıdıkları o zamanları hatırlayın. [5]
Yüce İslâm Peygamberi de (s.a.a) şöyle buyurmakta:
Taassup besleyen veya onun için taassup beslenen kimse İslâm'dan çıkmış demektir.[6]
İnsanları taassuba davet eden veya taassup esasınca konuşan ya da taassup ruhu ve düşüncesiyle ölen kimse bizden değildir![7]
Bir defasında Hz. Resulullah (s.a.a) "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et." buyurdu. "Ya Resulullah, mazluma yardım etmek gerektiği ortada, ama zalime nasıl yardımcı olalım diyorsunuz?!diye sorduklarında "Onun zulmüne engel ol!" buyurdu.[8]
 
[1]- P. Hitti, age. s.38.
[2]- W. Dorant, age. Asr-ı İman (İman çağı) c.4, s.200.
[3]- Ahmed Emin, age. s.10. "La yes'elûne ehahum hîne yendubuhum / Fi'n-n'aibat-i alâ ma kaale burhanen."
[4]- Hasan İbrahim Hasan, Tarih-i Siyasiy-i İslâm, çev. Ebu'l-Kasım Payende, Tahran, Cavidan yay. 5. bas. hş.1362, c.1, s.37-38 ve Abdulmun'im Macid, age. s.50-51.
[5]-  Fetih, 26.
[6]- Şeyh Saduk, Sevabu'l-A'mal ve İkabu'l-A'mal, Tahran, Mektebu's-Saduk, s.263 ve Kuleynî, el-Usulu Mine'l-Kafi, Tahran, Mektebu's-Saduk, 2. bas. hicri: 1381, c.2, s.308.
[7]Sünen-i Ebi Davud, Beyrut, Daru'l-Fikr, c.4, Kitabu'l-Edep, "Fi'l-Asabiye" babı, s.332, hadis.5121.
[8]Sahih-i Buhari (Sindi hamişine ekli), Beyrut, Daru'l-Marife, c.2, Kitabu'l-Meza-lim, s.66. Müsned-i Ahmed, c.3, s.201.
İslâm'ın zuhurundan önce Hicaz Arapları hiçbir devlet ve yönetime tâbi olmamıştı, o güne değin hiçbir siyasî düzen, kural ve teşkilatları bulunmamıştı. Bu nedenle de onların sosyal yaşamı, o dönemin Roma ve İran halklarının yaşamından çok farklıydı. Çünkü Araplara komşu olan bu iki beldede, ülkesinin dört bir yanını kanunlarla yöneten güçlü birer devlet düzeni vardı. Oysa Hicaz'da ve genel olarak bütün Arap Yarımadası'nın kuzeyinde ve merkezinde, şehirlerde bile bir devlet veya merkezi bir yönetim yoktu. Arapların sosyal esası kabileden ibaretti, sosyal ve siyasî sistemlerinin tamamı kabile sisteminde özetleniyordu ve bu sistem onların hayatının bütün boyutlarına yansımış durumdaydı. Bu düzende bireyin kimliği, sadece bir kabileye mensup olması hâlinde belirlilik kazanıyordu.
Sadece çöl bedevîlerinde değil, şehir Araplarında da kabile düzeni yaşamın yegane dokusu olarak göze çarpmadaydı. Bu bölgede her kabile tıpkı bağımsız bir ülke gibiydi, o dönemin kabileler arası ilişkilerini bugünkü devletlerin uluslararası dış ilişkilerine benzetmek mümkündür.
O dönem Arapları için "milliyet" ve "kavmiyet" kavramlarını din, dil ve tarih birliği gibi faktörler belirlemiyordu. Kabile, birkaç akraba ailenin toplamından ibaretti ve bireyleri yekdiğerine bağlayan yegane unsur akrabalık bağı ve aynı soydan gelmiş olmalarıydı, zira kabile bireyleri birbirlerini aynı soydan, aynı kandan bilirdi.[1]
Ailenin bir araya gelmesiyle çadır, çadırların bir araya gelmesiyle de kabile oluşurdu. Hatta Yahudiler gibi büyük kabile birliklerinin oluşması da kan bağı ve aynı soydan gelmiş olma (ırk) esasına dayanmaktaydı. Bu büyük gruplar çadırlarını birbirlerine yakın kurar, böylece nüfusu binlerce kişiye ulaşan kabileler oluşurdu; göç ederken de sürülerinin peşi sıra topluca hareket ederlerdi.[2]
 
[1]- Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, s.225 ve Abdulmun'im Macit, et-Tarihu's-Siyasî Li'd-Düveli'l-Arabiyye(Arap Devletleri Siyasi Tarihi), Kahire, 7. bas. 1982, s.48.
[2]- Karl B. age. s.5-6.
Kabilenin reisi ve temsilcisine "şeyh" denilirdi.[1] Şeyh genellikle kabilenin en yaşlısıydı; kabile reisliği bireyin büyük ve değerli bir insan ol-ması, tecrübe ve olgunluk, kabileyi savunmada gösterilen cesaret ve kah-ramanlık, kimi zamanda çok fazla servete sahip bulunma gibi kıstaslarla elde edilirdi.[2] Şeyh seçiminde cömertlik, cesaret, sabır, ağırbaşlılık, tevazu ve güzel konuşma gibi hasletlere itina gösterilip öncelik verilirdi.[3]
Kabile reisi savaş ve yargı gibi genel konularda müstebit davrana-mazdı, karar verilmesi gereken bu gibi konularda aile büyükleri ve kav-min ileri gelenlerinden oluşan heyetle müşaverede bulunup danışmak zorundaydı. Kabile reisini seçen de bu heyetti aslında, onlar memnun kaldığı sürece kabile reisi bu makamda kalabiliyordu.[4] Töre gereğince bütün kabile fertleri reise itaat etmek zorundaydı. Kabile reisi öldüğünde genellikle büyük oğlu onun yerini alır ya da onun özelliklerine sahip bulunan bir başka yaşlıya bu görev verilir veya özel bir kişilik ve liyakati olan biri reis seçilirdi.
İslâm dini kabile düzeniyle mücadele etmiş, bunu ortadan kaldırmıştır. Bu sistemin temelini teşkil eden ırk, soy ve kan gibi bağlara önem vermemiş, henüz gelişmekte olan genç İslâmî toplum en güçlü sosyal bağ olan "iman" ve "inanç birliği" esası üzerine kurulmuştur. Böylece "ortak kan bağı" yerine "ortak iman bağı"nı ikame ederek bütün müminleri kardeş olarak tanımlamıştır.[5] Arapların sosyal altyapısını köklü değişimlere uğratabilen gerçek işte budur.
 
[1]- Kabile şeyhine reis, emir, seyyid de denirdi. bk. Abdulmun'im, age. s.49
[2]- age.
[3]- Alusî, age. Tashih: Muhammed Behçet Esrâ, Kahire, Daru'l-Kütübi'l-Hadise, 3. bas, c.2, s.187.
[4]- P. Hitti, age. s.39.
[5]- Hucurat, 10.
Arap Yarımadası'nın kuzey kısmı olan Hicaz'ın önemli bir bölümü çöl olduğundan İslâm'dan önce Arapların çoğu çölde göçebe hayatı sürdürüyordu. Bedevî denilen bu Araplar her nevi imkândan mahrum bu bölgenin şartları gereği sadece hayvancılıkla geçimlerini sağlayabiliyor, bunu da çok kısıtlı ve zor şartlarda, üstelik çok ilkel yöntemlerle yapıyorlardı.
Bedevîler keçi kılı veya deve yününden örülmüş çadırlarda yaşıyor, nerede su veya bitki örtüsü bulsalar oraya yerleşiyor, bunları tükettikten sonra tekrar sulak ve bitki örtülü bir yer buluncaya kadar bu göçebe yaşamı sürdürüyorlardı. Su ve otlak kıtlığından dolayı küçük sürülerle çok az sayıda deveden başka hayvan besleyebilmeleri de mümkün değildi. Çölde üç kralın hükmünün geçtiği söylenir: Bedevî, deve ve hurma ağacı… Buna uçsuz bucaksız kum sahraları da eklenecek olursa çöl yaşamının dört ana aktörü tamamlanmış demektir. Su kıtlığı, aşırı sıcaklık, aşıl-ması güç yollar ve yiyecek sıkıntısı normal şartlarda insanın en büyük düşmanı sayılan faktörler iken, tehlike anında çölün ve bedevînin en ya-kın dostlarına dönüşmektedir. Bütün bunlar dikkate alındığında bedevî Arap'la onun çölünün hiçbir zaman egemen güçlere boyun eğmemiş ol-masına şaşırmamak gerekir. Çölün amansız kuraklığı ve nihayetsizliği bedevîlerin akıl ve vücutlarıyla yoğrulmuş ve onda tecelli bulmuş gibidir. Bu nedenle olacak, bedevî Arapları tarım, sanat, zanaat ve diğer mesleklerle uğraşmayı kendilerine yakıştıramıyorlardı.[1] Yine aynı nedenle medeni devletlerle düzenli ve müreffeh şehir hayatını küçümsü-yor, çöldeki zor ama hür yaşamı şehrin düzenli ve sistemli yaşamına ter-cih ediyorlardı. Bu, bedevîlerin en belirgin irsî özelliğiydi.[2]
Çöl Arap'ı kelimenin tam anlamıyla doğanın çocuğu, hür ve uçsuz bucaksız çölün evladıydı. Onun yaşadığı ortamda temiz havanın akışını engelleyen ve ufkunu örten hiçbir bina yoktu; güneş ve ısısı hiçbir buluta takılmadan direkt ve kesintisiz ulaşmadaydı ona, yağmur veya sele karşı hiçbir set yapılmış değildi. Her şey tıpkı yaratıldığı gibi el değmemiş, hür ve tamamen doğaldı. Bu nedenle çölün oğlu olan bedevî de bu ortamla yoğrulup bütünleşmiş, onunla özdeşleşmiş olduğundan tıpkı çöl gibi hür ve bağımsızdı; ne tarım ve çiftçilik onun vaktini alıyor, ne de herhangi bir zanaat ve meslek onun ayağını bağlayıp meşgul edebiliyor-du; kalabalıklar arasında onu yutup yitirecek bir şehir yaşamı da yoktu! Hür ve serbest yaşamaya alıştığı ve bunu huy edindiği için de hürriyeti ve serbestiyi seviyordu, hiçbir kanun, kural ve sınırlamadan hoşlanmı-yor, kendisini bu tür şeyler karşısında sorumlu görmüyordu. Bu nedenle de onu kısıtlamak ve emrine almak isteyen herkes ve her şeye karşı var gücüyle savaşırdı. Onu sadece iki şey bağlardı: Putperestliğin gerekleri ve kabilesinin örf, töre ve gelenekleri! Kabilesinin töre ve adetlerine bağlılıkta ise, son derece dürüst ve samimiydi, bu inancının kökleri derin ve güçlüydü.[3]
Belçikalı Ortadoğu uzmanı Lamens şöyle der:
Araplar demokrasi ve özgürlüğün abidesiydi, ama hiçbir sınır tanımayan aşırı bir demokrasiydi bu. Araplar, kendi yararları için bile olsa onların bu serbesti ve hürriyetini sınırlamaya çalışan herkese isyan eder, savaşırlardı; Arap tarihinin önemli bir bölümünü teşkil eden onca suç ve cinayetin temelinde de işte bu gerçek yatar.[4]
 
[1]- age. 2. bas. H.Ş. 1366, s. 33-35.
[2]- G. Lubon, age. c.1, s.64 ve W. Dorant, age. Tarih-i Temeddün, Asr-ı İman (İman çağı) c.4, böl. 1, çev: Ebu Talib Saremi, Tahran, Sazman-i İntişarat ve Amuzeş-i İnkı-lab-ı İslâmi, 2. bas. H.Ş. 1368, s.201.
[3]- Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Kahire, Mektebetu'n-Nihzeti'l-Misriyye. 9. bas, 1964, s.46.
[4]- age. s.33-34, Nu'man b. Münzir (Hıyre padişahı) İran padişahı Kisra'nın "Neden Araplar bir devlet düzeni altında yaşamıyorlar?" sorusuna şu cevabı vermiştir: "Diğer kavimler zayıflık duygusuna kapılıp düşman saldırısından korktukları için kendi yönetimlerini belli bir hanedanın eline bırakırlar; ama Araplar kendi kendilerinin kralı olmak isterler, başkasına vergi ve haraç vermekten nefret ederler." bk. Alusî,Büluğu'l-Ereb, c.1, s.150.
Hicaz bölgesi düzenli yağmurlardan mahrum kurak bir bölgedir, sahile açılan bazı nadir yerlerle birkaç dağlık bölge dışında bölgenin tamamına yakınında kavurucu bir sıcak hava vardır. Bu iklim ve coğrafî şartlar bölge halkının hayat şekli üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Zira bu bölgede yaşayan Araplar, güneydekilerin tam tersine, otlak ve bitki örtüsünün kıtlığından dolayı küçük çapta sürülerle, masrafı az ve kanaatkâr bir hayvan olan deveden başka hayvan besleyemiyordu. Bu Araplar yiyecek ve içeceklerini büyük ölçüde deveden temin etmedeydi; bu tür hayvancılıksa o şartlarda ancak çöllerde uzun yolculuklara katlanıp sürekli geniş mıntıkalara göçmekle mümkün olduğundan bu bedevîlerin yerleşik bir siyasî yapı veya devlet kurması ve kendilerinin de kalıcı olarak bir yere yerleşmesi mümkün değildi. Bu nedenledir ki tarımla uğraşan ve şehirde yaşayan güneyli Arapların tersine bu Araplar (bedevîler) medeniyetten tamamen mahrumdu; genellikle ya çadırlarda yaşıyor, ya da göçebe hayatı sürdürüyorlardı. Daha sonra etraflıca belirteceğimiz üzere ancak İslâm'ın zuhuruna yakın yıllarda bazı nedenlerle biraz gelişmiş olan Mekke şehri dışındaki yerleşim noktaları herhangi bir öneme haiz değildi.
Bu zor iklim şartları ve elverişsiz yollar nedeniyle Hicazlılar o günün dünyasının medeni toplumlarıyla ilişki kuramıyorlardı. Diğer taraftan bu zor iklim ve coğrafi etkenler, egemen güçlerin bu bölgeye saldırma hevesini de engellemiştir. M.Ö. 14. yy'da 2. Ramses, MÖ. 4. yy'da Roma imparatoru August dönemindeİlyos Galos gibi yayılmacı egemenler Hicaz'ın fethine önem vermemiş, ilgi göstermemişlerdir. İranpadişahları da bu mıntıkaya ilgi duymamışlardır. Bu nedenle Hicaz ahalisi uzun yıllar boyunca bedevî hayatlarını huzur ve güvenle sürdürebilmiştir.[1]
Bir tarihçinin bu konuda yazdıklarını okuyalım:
İskender'den sonra, Yunanlı kumandan Demotrios, Arabistan'ı ele geçirmek için Petra'ya geldiğinde o bölgenin çölde yaşayan bedevî Arapları ona şöyle dediler: "Ey büyük kumandan! Bizimle neden savaşmak istiyorsun? Biz, hiçbir refahın bulunmadığı tamamen mahrumiyet bölgeleri olan çöllerde yaşıyoruz. Bu kurak ve kavurucu çöllerde yaşamayı tercih etmemizin nedeni kimseye eğilmemek, kimseden emir almadan yaşayabilmektir. Sana tavsiyemiz, getirdiğimiz hediyeleri kabul edip geldiğin yoldan geri dönmendir; bu durumda biz senin en sadık dostlarından oluruz. Ama bu barış teklifimizi reddedip bizi kuşatmaya niyetliysen uzun bir süre rahat yaşamayı gözden çıkarman gerekeceğini bil! Kundaktan beri alışageldiğimiz yaşam tarzımızı değiştirmeye gücün yetmeyecektir, içimizden birkaçını esir alabilsen bile sana hiçbir yararı olmayacaktır. Çünkü onlar öteden beri alışageldikleri bu hür ve bağımsız hayatı unutup senin esaretinde yaşamayı asla kabullenmeyeceklerdir!"
Bu durumu gören Demotrios sonu belli olmayan ve ona müşkülatlardan başka fayda sağlamayacağını tahmin ettiği bu savaşa girmekten vazgeçti, getirilen hediyeleri kabul ederek geri döndü.[2]
Bir bilim adamı şöyle yazar:
Arap Yarımadası insanla toprak arasındaki kopmaz ilişkilerin en mükemmel örneğidir. Hindistan, YunanistanİtalyaİngiltereAmerika ve benzeri devletlerde egemenlik peşinde koşanlar sürekli birbirleriyle itişip kalkışmış, biri diğerinin topraklarını elinden almış, sonuçta o bölgenin insanları kendi topraklarını terk edip başka yurt-lara göçmüşlerdir. Ancak tarih boyunca Arabistan sınırlarını aşıp da orada sürekli ikamet etmiş olabilen bir tek egemen güce veya orduya rastlamak mümkün değildir. Arap halkı, tarihin kaydettiği bütün asırlar boyunca hiç değişmeden kalabilmiş bir halktır.[3]
 
[1]- Corc Zeydan, age. çev: Ali Cevahir Kelam, Tahran, Emir Kebir yay. hş. 1333, c.1, s.15.
[2]- Gustav Lubon, age. c.1, s.88.
[3]- P. Hitti, age. s. 14.
Güneydeki devletlerin çöküşü, Arabistan'ın bu bölümündeki medeniyetin yok olması ve Ma'rib Seddi'nin yıkılması bu mıntıkada birtakım değişikliklere yol açtı. Zira Arabistan Yarımadası'nın güneyindeki hayat şartları tersine dönmüş, burada yaşamak zorlaşmıştı, seddin yıkılmasıyla birlikte etraftaki ekinler susuzluktan kuruyup gitmişti. Sonuçta Ma'rib bölgesinde yaşayan kavimlerin bir kısmı buralardan göçerek başka bölgelere dağılmak zorunda kalmıştı.
Bu göçler sonucu Yemen'in Ezd kabilesine mensup Tenuhlar bugünkü Irak toprakları olan Hıyre'ye hicret ederek orada "Lehmiler" devletini kurdular. "Cefneoğulları" boyu da Şam'a giderek Ürdün'ün Doğusu olarak adlandırılan bölgede bir devlet kurdular, bu devlet "Gassaniler" adıyla tarihe geçmiştir.[1]
Evs ve Hazrec kabilesi Yesrib'e (Medine), Huzaa kabilesi Mekke'yle çevresine, Beciyle ve Has'emkabileleriyle birkaç grup da Serevat bölgesine giderek oralarda yerleştiler.[2] Bunlardan her biri tarihte bazı olayların kaynağı ve nedeni olmuştur.
 
[1]- Hamza İsfahani, age. s.99 ve 119, bk., Hasan İbrahim Hasan, age. s.44 ve Ebu Reyhan Biyruni, el-Asaru'l-Bakiye, s.181 ve 183.
[2]- Karl Br. Tarih-i Milel ve Düvel-i İslâmî (İslâm Milletleri ve Devletleri tarihi), çev: Hâdi Cezayiri, Tahran, Bongah-ı Tercüme ve Neşr-i Kitap, H.Ş. 1346, s.5.
Güneyliler arasında fesat ve ahlâksızlığın yayılması ve isyanların başlamasıyla birlikte Yemen medeniyetinin yıldızı da sönmeye yüz tuttu. Yemen kralları ve halkı onarıma ihtiyacı olan Ma'rib Seddi'ni onar-mıyorlardı. Çok geçmeden sed yıkıldı, etraftaki yerleşim bölgeleriyle tarla ve bahçeler bu korkunç selin altında kaldı; seddin çevresi susuzluktan kuruyunca da tarım yok oldu. Bu nedenle bölge halkı oradan göçmek zorunda kaldı.[1]
Kur'ân-ı Kerim'de Seba halkından iki surede söz edilmektedir, bunlardan biri Seba kraliçesiyle ilgilidir. Hz.Süleyman'ın (a.s) bu kraliçeye yazdığı mektupla ilgili ayette şöyle buyruluyor:
…Çok geçmeden Hüdhüd kuşu gelip Süleyman'a "Senin bilgi gücünle öğrenemediğin şeyi ben anlayıp öğrendim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim." dedi. "Gerçekten de ben, onlara hükmeden bir kadın gördüm, her imkâna sahipti, hele büyük bir tahtı var ki! [2]
İkinci surede ise Seba -veya Sebe ya da Saba- halkının fesat ve ahlâksızlığa kapılmasının ardından Ma'rib Seddi'nin yıkılması ve tahrip gücü korkunç bir selin bu kavmi perişan etmesi anlatılır:
Andolsun Seba halkının oturduğu yerlerde de Allah'ın kudretini gösteren bir alamet vardır. Onların evleri sağdan ve soldan iki bahçeliydi. Onlara demiştik ki "Rabbinizin verdiği rızktan bol bol yeyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehriniz ve bağışlayıcı bir Rabbiniz var. Ama onlar Rablerinden yüz çevirdiler, biz de onlara yıkıcı Arim selini gönderdik ve onların o bereket dolu iki bahçesini acı meyveli, acı ılgınlı ve az bir şey de sedir ağacı bulunan iki değersiz ve harabe bahçeye çevirdik. Böylece yaptıkları nankörlükten dolayı onları cezalandırdık. Biz, nimete nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?
Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız memleketler arasında biri diğerinden görünebilen yakın mesafeli şehirler var ettik ve "oralarda geceleri ve gündüzleri güvenlik içinde gezip dolaşın." dedik. Onlar ise "Allah'ım! Şehirlerimiz birbirine çok yakın, aramızı aç!" dediler ve kendilerine zulmetmiş oldular. Böylece biz de onları ibretli efsanelere konu olan bir halk kıldık ve onları darmadağın edip dağıttık. Hiç şüphe yok ki bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için gerçekten ibretli ayetler, alametler vardır. [3]
Hamza İsfahanî bu seddin İslâm'ın zuhurundan 400 yıl önce yıkıldığını yazar.[4] Ebu Reyhan Biruni bunu 500 yıl,[5] Yakut Hamevî de Habeşilerin egemenlik dönemi[6] olarak kaydetmiştir. Habeşlilerin bu bölgeyi ele geçirmesi 6. asrın ortalarına rastladığından bazı tarihçiler bu olayın 542-570'li yıllarda vuku bulduğunu yazmaktadır.[7] Karinelere bakılırsa bu seddin yıkılışı tedricen gerçekleşmiş, birkaç kez onarıldıktan sonra tamamen yıkılmıştır.
Tubba kavmi [8] ve uğradığı akıbete Kur'ân-ı Kerim'de iki kez değinilmektedir:
Mekkeliler mi daha hayırlı, yoksa Tubba kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar suçlu günahkarlardı. [9]
Onlardan önce Nuh kavmiRess halkı [10] ve Semud kavmi de peygamberlerini yalanladı. Âd, Firavn veLut'un kavmiyle Eyke halkı [11] ve Tubba kavmi de. Hepsi peygamberleri yalanladı, böylece benim azap tehdidim de onlar hakkında gerçekleşti. [12]
 
[1]- Hasan İbrahim Hasan, Tarih-i Siyasiy-i İslâm (İslâm'ın Siyasi Tarihi), çev: Ebu'l-Kasım Payende, Tahran, Sazman-i İntişarat-ı Cavidan, 5. bas. hş.1362, c.1, s.32.
[2]- Neml, 22-23.
[3]- Sebe, 15-19.
[4]- Hamza İsfahanî, Tarih-i Peyamberan ve Şahan (Peygamberler ve Şahların Tarihi), çev: Cafer Şiar, Tahran, Emir Kebir yay. 2. bas, H.Ş. 1367, s.120 ve 132.
[5]Asaru'l-Bakiye, çev: Ekber Dânâ Sereşt, Tahran, Emir Kebir yay. 1. bas, H.Ş. 1363, s.181.
[6]Mu'cemu'l-Boldan, Tashih: Muhammed Emin el-Haneci el-Ketbi, Kahire, Saadet yay. 1. bas. hicri; 1324, c.7, s.355.
[7]- Philip Halil Hitti, age. s.82.
[8]- Çoğulu "Tebabie" olan "Tubbe", Yemen Himyer padişahlarının lakabıdır. Bu padişahlar iki hanedandan gelir. Bunlardan biri olan Seba ve Reydan, M.Ö. 115 yıllarıyla M.S. 275 yılları arasında egemen olmuş; ikinci hanedan Saba ve Reydan ve Hazramut ve Şahr ise 275-533 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir, bk. Ahmed Hüseyin Şerefuddin, age. s.90-97.
[9]- Duhan, 37.
[10]- Yemame'de yaşayan bir kavim.
[11]- Hz. Şuayb'ın (as) kavmi.
[12]- Kaf, 12-14.
Yemen'in göz kamaştırıcı medeniyeti tarihçilerin övgüsünü kazanmıştır. Mesela ünlü Yunanlı tarihçiHerodot M.Ö. 5. yy'da bu diyarın parlak medeniyetinden, göz alıcı sarayları ve bu sarayların çok pahalı mücevherlerle süslü kapılarından söz etmekte, Seba şehrindeki bu saraylarda altın ve gümüş kaplarla değerli madenlerden yapılma karyola ve tahtadan yapılma sedirler bulunduğunu yazmaktadır.[1] Bazı tarihçiler Sena'da yirmi katlı görkemli "Gomdan" sarayından söz eder ve bu muhteşem sarayın 100 odası olduğunu, odaların duvar yüksekliğinin 20 zırâ-ya vardığını [her zırâ yaklaşık 104 cm.] ve bütün tavanların ayna işleme kaplı olduğunu yazarlar.[2]
Milattan bir asır önce bu ülkeyi görüp gezmiş olan ünlü Romalı gezgin Strabon da Herodot gibi buradaki görkemli medeniyetten söz ederek şöyle der:
Ma'rib çok enteresan bir şehirdi. Çünkü bu şehrin sarayının tavanı fildişinden yapılmış, altın kakmalar ve mücevherlerle süslen-mişti. Ma'rib'de insanı hayrete düşüren kaplar vardı.[3]
Mesudi (öl. 346 hk.) ve h. 3. yy. bilim adamlarından İbn Rusteh gibi Müslüman tarihçilerle coğrafyacılar da İslâm'dan önce bu bölgede halkın müreffeh yaşamından, şehirlerin bayındır ve gelişmişliğinden etraflıca söz ederler.[4]
19. ve 20. asır arkeologlarının incelemeleri ve tarihçilerin araştırmaları bu bölgenin tarihini yeterince gün ışığına çıkarmış, böylece bu diyarın çok eskilere dayanan görkemli medeniyetiyle ilgili yeni belge ve bulgulara ulaşılmıştır. AdenSenaMa'rib ve Hadramut'taki harabelerle kalıntılar güneydeki bu büyük Arap medeniyetinin belgesi durumundadır. Bu medeniyetin sahipleri bugünkü Yemen'le çevresinde yaşıyor, Babilli-lerle Fenikelilerin medeniyetiyle boy ölçüşüyorlardı. Yemen eski medeniyetinin eserlerinden biri büyük ve tarihî "Ma'rib" seddidir.[5] Son derece dakik ve karmaşık geometrik hesaplarla yapılan bu sed, yapıcılarının geometri biliminde ne kadar ilerlemiş olduğunu göstermeye yetmektedir; bu sed bölgenin tarımını kalkındırmıştır.[6]
Yemen halkı tarımın yanı sıra ticaretle de uğraşıyordu. Sebalılar doğulularla batılılar arasındaki ticarete vasıtalık ediyorlardı, zira o dönemlerde Yemen birkaç kalkınmış ülkenin tam ortasındaydı. Hintli tüccarlar mallarını Hint Okyanusu yoluyla Yemen'le Hadramut'a ulaştırıyor; Yemenli tüccarlar da bunları Habeşistan,Mısır, FenikeFilistin, MedyenOdomAmalika ve Fas'a taşıyorlardı. Mekke Arapları da bu malları kara yoluyla o günün diğer gelişmiş ülkelerine ulaştırıyordu.[7] Uzakdoğu ticareti uzun bir süre Yemenlilerin elinde olmuştur.[8]
Kızıldeniz'de denizcilik yapmanın getirdiği zorluklar, Yemenlilerin karayollarına yönelmesine neden olmuştu, bu nedenle Yemen'den Şam'a kadar yarımadanın güney sahili boyunca yol kat ediyorlardı. Bu yol Mek-ke'yle Petra'dan geçiyor, kuzey ucunda Mısır, Şam ve Irak'a ayrılıyordu.[9]
 
[1]- Gustav Lubon, Temeddün-i İslâm ve Arab (İslâm ve Arab Medeniyeti), çev: Seyyis Haşim Hüseyni, Tahran, İslâmiye yay. s.92.
[2]- Seyyid Mahmud Şükri Alusî Bağdadi, Büluğu'l-Erib Fi Marifeti Ahvali'l-Arab, Kahire, Daru'l-Kütübi'l-Hadise, 2. bas, c.1, s.204.
[3]- Corci Zeydan, Tarih-i Temeddün-i İslâm (İslâm Medeniyet Tarihi), çev: Ali Cevahir Kelam, Tahran, Emir Kebir yay. H.Ş. 1333, c.1, s.13.
[4]- Mes'udi, Murucu'z-Zeheb ve Meadinu'l-Cevher, İnceleme: Muhammed Muh-yiddin Abdulhamid, Daru'l-Reca yay. c.2, s.89, İbn-i Rusteh, el-A'laku'n-Nefise, çeviri ve notlandırma: Hüseyin Karaçanlu, Tahran, Emir Kebir yay. 1. bas. H.Ş. 1365, s.132.
[5]- Bu sed bugünkü Yemen'in başkenti Sena'nın 192 km. doğusundadır.
[6]- Bu seddin diğer özellikleri ve inşasıyla ilgili ilmî ve proje bilgileri için bk. Ferheng-i Kısas-ı Kur'ân(Kısas-ı Kur'ân eki), Sadr-i Belaği, Tahran, Emir Kebir yay. 3. bas. s.82 ve 99. Ahmed Hüseyin Şerefuddin, el-Yemen İberu't-Tarih, s.122-132.
[7]- Corc Zeydan, age. c.1, s.11.
[8]- Will Dorant, Tarih-i Temeddün (Medeniyet Tarihi), çev: Ahmed Aram, Tahran, Sazman-i İntişarat ve Amuzeş-i İnkılab-ı İslâmî, 2. bas. H.Ş. 1367, c.1, s. 341.
[9]- Philip Hitti, Tarihu Arab (Arap Tarihi), çev: Ebu'l-Kasım Payende, Tahran, Müessese-i İntişarat-ı Agah, 2. bas. H.Ş. 1366, s. 64-65 ve bk. Gustav Lubon, age. s.94 ve Ahmed Hüseyin Şerefuddin, age. s.105 ve Alusî, age. c.1, s.203.
Bu bölge belirlemeleri dışında, son yıllarda bir başka yöntem giderek yaygınlık kazanmıştır; bu da kitabımızın konumuyla örtüşen bir yöntemdir. Bölgesel yaşam şartlarına göre ayarlanan bu bölüşüm insanların, hayvanların ve bitkilerin hayat şartlarını etkileyen faktörleri eksen almıştır. Söz konusu şartlar bölge insanının ferdî ve sosyal karakterinde kendisini göstermiş ve İslâm'ın zuhuruna kadar varlığını sürdüren birtakım değişimlerin kaynağı olmuştur. Nitekim Arap Yarımadası birbirinden tamamen farklı iki görünüme sahnedir ve bunu tayin eden ana faktör suyun bulunması veya bulunmamasıdır. Bu önemli faktör söz konusu bölgenin sosyal yapısını da etkilemiş ve güney bölgesini, yani Yemen'i; Kuzey ve orta bölgeden tamamen ayırmıştır.
Bu ülkenin haritasına bakıldığında Arabistan Yarımadası'nın güney-batısının sonlarına doğru üçgen şeklinde bir bölge göze çarpar; doğu köşesini Arap Denizi sahili, batı köşesini Kızıl Deniz sahilinin oluşturduğu bir kesittir bu. Söz konusu üçgenin üçüncü köşesiyse batıdan Dahran'la doğuda HadramutVadisi'nin kesiştiği uzantı şeklinde tanımlanabilir. İşte bu kesitte yer alan mıntıkaya öteden beri"Yemen"adı verilmiştir. Bol suya ve düzenli yağışa sahip olması itibarıyla bu mıntıkada ziraat epey gelişmiş, nüfus yoğunlaşmış durumda olup bu açıdan Arap Yarımadası'nın kuzey ve orta bölgesiyle kıyaslanamayacak bir avantaja sahiptir.
Diğer taraftan yoğun ve kalabalık bir nüfusun kalıcı yerleşim bölgelerine ihtiyaç duyacağı ortadadır, bu da köyler, kasabalar ve şehirlerin oluşması demektir. Köylerle şehirlerde kalabalık insan kitlelerinin bir arada yaşaması, sosyal hayatın devamı için kaçınılmaz olan birtakım ilişki ve irtibatları beraberinde getirmekte, bu da, sade ve ilkel de olsa kanun ve kuralların doğmasına yol açmaktadır. Kanunla devlet, varlığını birbirinden alan ve biri diğerini gerekli kılan iki gerçektir. Binaenaleyh bu bölgede milattan asırlar önce nice devletler kurulmuş ve bu devletler orada belli bir medeniyetin temellerini atmışlardır.[1] Bu bölgede oluşan devletler şunlardır:
1- M.Ö. 1400-850 yılları arasında yaşayan "Mein Devleti": Bu devlet, "Seba Devleti"nin kurulmasıyla son bulmuştur.
2- Hadramut Devleti: M.Ö. 1020, M.S. 65'li yıllarda varlığını korumuş, Seba'lar tarafından yıkılmıştır.
3- Seba Devleti: M.Ö. 850-115 yılları arasında varlığını sürdürmüş, Hımyerî devletinin kurulmasıyla Sebave Ridan son bulmuştur.
4- Gataban Devleti: M.Ö. 865-540'lı yıllarda varlığını sürdürmüş, Se-baların istilasıyla son bulmuştur.
5- Seba, Ridan, Hadramut ve Yemen Çevresi Devleti: M.Ö. 115'ten M.S. 523'e kadar süren bu devletin kralları "Tubba"lakabı taşırdı, başkenti Zefar'dı.[2]


[1]- Seyyid Cafer Şehidi, Tarih-i Tahiliy-i İslâm (İslâm'ın Tahlili Tarihi), Tahran, Merkez-i Neşr-i Daneşgahi, 6. bas. H.Ş. 1365, s.3.
[2]- Ahmed Hüseyin Şerefuddin, el-Yemen İberu't-Tarih, Kahire, Matbaa'tu's- Sünneti'l-Muhammediye, 2. bas. H. 1384, s.53.